Darkangelhome

Concrete Utopia – Beton Ütopya


Yönetmen : Um Tae-hwa
Yapımcı : Byun Seung-min
Senaryo : Um Tae-hwa – Lee Shin-ji
Tür : Distopik, Felaket, Gerilim, Drama
Gösterime Giriş Tarihi : August 9, 2023
Süre : 130 dakika
Ülke : Güney Kore
Dil : Korece
Hasılat : 28,9 milyon ABD Doları

OYUNCULAR

Lee Byung-hun – Yeong-tak
Park Seo-joon – Min-sung
Park Bo-young – Myeong-hwa
Kim Sun-young – Geum-ae
Park Ji-hu – Hye-won

KONU : Concrete Utopia, Seul’de devasa bir depremin şehri yok etmesinden kısa bir süre sonra başlıyor ve mucizevi bir şekilde sağlam kalmayı başaran tek binanın sakinlerine odaklanıyor. Apartmanın sakinleri hayatta kalmaya çalışırken sert gerçeklerle ve zor ahlaki kararlarla karşı karşıya kalacaklardır. Dışarıda hayatta kalanların dairelere akın etmesiyle sakinler kendilerini tehdit altında hissetmeye başlayacaklar, hayatta kalmak için birleşmekten başla çareleri olmadığına karar vereceklerdir. Lider olarak seçtikleri Yeong-tak ile yeni kurallar oluşturlar ve dışarıdan gelenlerin girişini engellerler. Bu sayede dışarıdaki cehennem dünyasının aksine ütopik apartmanları güvenli ve huzurlu kalacaktır. Ancak bitmek bilmeyen bir hayatta kalma krizi içinde aralarında beklenmedik çatışmalar yaşanmaya başlar.

Concrete Utopia filmi Kim Soongnyung‘un yazdığı ” Pleasant Outcast ” isimli webtoonunun ikinci bölümüne dayanan, senaryosunu Lee Shin-ji ile birlikte yazan Um Tae-hwa tarafından yönetilen, 2023 yapımı bir Güney Kore felaket/gerilim filmi. Film eleştirmenlerden genel olarak olumlu eleştiriler aldı. 96. Akademi Ödülleri‘nde En İyi Uluslararası Uzun Metrajlı Film kategorisine Güney Kore’den giren film olarak seçildi ancak kısa listeye giremedi. Bir çok festivalde gösterilen film beğeni toplarken 24 Kasım 2023 itibarıyla ikisi en iyi film de olmak üzere 14 ödül kazandı. Avrupa, Asya ve Güney Amerika’da 152 ülkede önceden satıldı. Film, 2024 yılının ilk çeyreğinde Viki aracılığıyla Kuzey Amerika’da gösterime girdi. Film 26 Aralık 2023 itibarıyla, 28.901.354 ABD Doları gelir ve 3.849.242 izlenme oranıyla 2023’ün en yüksek hasılat yapan dördüncü Kore filmi oldu.

Concrete Utopia’nın ” Badland Hunters ” adlı devamının 14 Kasım 2021’de çekimine başladı. Dövüş sanatları yönetmeni Huh Myung-haeng‘in ilk uzun metrajlı filmi olan bu filmde Ma Dong-seok , Lee Hee-joon , Lee Jun-young ve Roh Jeong-eui başrollerde yer aldılar. Film 26 Ocak 2024’te Netflix‘te yayınlandı.

KİŞİSEL YORUM : Bu blogu açtığımdan bu yana sanırım ilk kez bu kadar uzun süre yazmaya ara verdim. Aslında belirli bir nedenden değil, daha çok vakit ayıramadığım için. Bilmeyenleriniz için, halihazırda Uzakdoğu Postası ‘nın güncellemesi oldukça zamanımı alıyor. Belki bir-bir buçuk ayda bir güncellendiği için sizlere çok fazla zaman almıyormuş gibi gelebilir ama her gün belirli haber sitelerini ve forumlarını kontrol etmeyi gerektiren bir şey. Ayrıca Wattpad’da hikayeler yayınladığım hesabıma her Cumartesi yeni bir bölüm atıyorum. Bu da devamlı bir hazırlık gerektiren bir süreç. Kısacası çok fazla şey izlemiş olmama ve her seferinde bunun hakkında yazabilirim diye düşünmeme rağmen elim bir türlü yazmaya gitmedi. Sonunda ramazan geldi ve sahura kadar biraz daha fazla zamanım olunca, en azından bir yazı atayım diye düşündüm.^^

Concrete Utopia, benim en çok izlemeyi sevdiğim bir dal olan felaket filmleri kategorisinde olduğu için dikkatimi çekmişti. Film, Güney Kore gayrimenkulleriyle ilgili bir belgeselden alınmış gibi görünen görüntülerle başlıyor. Müstakil ev sahibi olma hayalinin zaman ilerledikçe nasıl ortadan kalktığını, apartman dairelerinin Seul’e nasıl hakim olmaya başladığının kısa bir özeti. Bir daire küçük olabilir ancak bu lüks komplekslerde yaşayanlar statü kazanıyorlar. Çünkü Güney Kore’de toprak az, nüfus çok. Dolayısıyla evler de çok pahalı. Görüntülerde gördüğümüz ev çekilişlerinin nedeni bu. Ancak Güney Kore’ye ve içinde bulunduğu bu emlak krizine tamamen yabancı olan bir seyirci için bu görüntüler bir şey ifade edemeyecek kadar hızlı geçiyor ve sindirmeye vakit bulamadan seyirci kendini bir felaketin ortasında buluyor.

Görünüşe göre devasa bir deprem Seul’ün çoğunu yok etmiş ve geride yalnızca bir apartman binası sağlam kalmış. Kore’nin başka bir bölümlerinin hayatta kalıp kalmadığı ya da tüm gezegenin harap olup olmadığı belli değil. Gözün görebildiği kadarıyla moloz denizinde ayakta kalan sadece Hwang Gung apartman kompleksi var ve dolayısıyla bina bir şekilde hayatta kalmayı başaran insanları, ışığa çekilen sinekler gibi çekmeye başlıyor. Eee ne demişler, nerde çokluk, orda b*kluk. Apartman kompleksinde yaşayan sakinler kısa sürede yiyecek ve içecek kıtlığının baş göstereceğini ve bundan sonra şiddetin başlamasının kaçınılmaz olduğunu öngörüyorlar.

Bina sakinleri hızla kendi parlamento prosedürlerini oluşturuyor, bir lider seçiyor ve “yabancıları içeri almalı mıyız?” veya “Yiyeceklerimizi paylaşmalı mıyız yoksa başımızın çaresine mi bakmalıyız?” gibi sorularla ilgili isimsiz oylamalar yapmak için siyah beyaz go karolarını kullanıyorlar. Kaosun ortasında bir dairedeki yangını durdurmak için devreye giren cesur orta yaşlı adam Young-tak (Lee Byung-hun), sakinlerin oybirliğiyle lider olarak seçiliyor. İlk emri de evi yıkılan ve Hwang Gung’a sığınan herkesi gerekirse şiddet kullanarak tahliye etmek. Bu yabancıları sürgüne göndermek, onları ölüme mahkum etmek anlamına geldiğinin hepsi farkındalar ama bu noktada ya onlar ya biz haline gelmiş durumdalar. Hamamböceği olarak adlandırdıkları insanları kovma kararının şiddetli bir olaylar zincirini başlatacağı kesin ancak ne kadar duygusuz olursa olsun seçimleri, Concrete Utopia’nın Güney Kore’nin artan sınıf eşitsizliklerini yeni bir bakış açısıyla vurgulamasına olanak da tanıyor. Sermayenin olmadığı ve kaynakların az olduğu bir dünyada bile insanlık hala bir hiyerarşiye bağlı kalmanın yolunu arıyor. Zaten Güney Kore sineması, hatta dizi sektörü de uzun süredir sosyoekonomik eşitsizlikleri yansıtan yapımlar üretiyorlar.

Apartman sakinleri böylece değişmez üç kuralla yaşamaya başlıyorlar:

  1. Daireler içinde yaşayan sakinlere aittir. Burada yalnızca apartmanın sakinleri yaşayabilir.
  2. Konut sakinleri görevlerini yerine getirmelidir. Erzak kişinin katkılarına göre dağıtılacaktır.
  3. Apartman kompleksindeki tüm faaliyetler sakinlerin demokratik uzlaşmasına dayanmaktadır. Uymayanlar burada yaşayamaz.

Daire sahipleri bir süreliğine eşitlikçi bir görev bölümü ile işleyen bir mikrokozmos inşa etmeyi başarırlar, ancak küçük toplumları çok geçmeden faşist bir devlete dönüşür. Young-tak’ın diktatörvari taktikleri ve aynı ayrıcalıklara layık olmadığını düşündüğü kişilere karşı insanlık dışı bir dil kullanması tartışılmaz bir hale geliyor, çünkü o kaynak ve düzen sağlıyor. Young-tak’ın bir zamanlar yardımsever olan sıradan insan görünümü de bununla birlikte yavaş yavaş kaybolmaya başlıyor. Lee Byung-hun karakterini gerçekten başarıyla canlandırmış. Öne çıkan bir fiziği yok ama oyunculuğu ile etkileyici biri olmayı başarıyor.

En kararsız insan tasviri yapılan kişi, suç karşıtı gücün üyelerinden biri olarak seçilen ve Young-Tak’a giderek daha fazla taviz veren Park Min-sung ( Park Seo Joon ) oluyor. Min-sung, kaynaklara erişim sağlamak için Young-tak’a itaat ediyor ancak bundan memnun olduğu da söylenemez. Min-sung filmin başında ” İnsanlar insancıl, barışsever vatandaşlar olamaz mı? ” diye soruyor ve o andan itibaren, filminin sonraki her karesi sanki insanların neden birbirleri için iyi bir şey yapmaktan aciz olduklarını açıklamaya başlıyor. Genç bir kamu görevlisi olan Min-sung ve hemşire eşi Myung-hwa’nın ilk dürtüsü, en azından başlangıçta, daha az şanslı olanlara yardım etmek oluyor. İnsanlıklarını kaybetmeyi gerektirecekse hayatta kalmanın ne faydası var diye düşünüyorlar. İnsanın yardım etme dürtüsü, ne pahasına olursa olsun kendi güvenliğini gözetme yönündeki evrensel dürtüyle hızla çarpışıyor.

Park Seo Joon, oynadığı her projeyle birlikte kendini daha da geliştiriyor. Bu filmde karakterinin çatışmalarını, karısı ve lider arasında kalışını, diğer insanlar için çok üzülürken çaresizce kendi hayatta kalışlarına odaklanmak için kendini ne kadar zorladığını çok iyi yansıtmış. Strong Woman Bong-Soon dizisinden de hatırlayabileceğiniz Park Bo-young ise hümanist Myung-hwa karakteriyle eminim izleyicilerin gıcık kapacağı biri olacak. Daha önce hiç fark etmemiştim ama Park Bo-young Japon oyuncu Inoue Mao‘ya ne kadar çok benziyormuş. Özellikle bu filmde sanki onu izler gibiydim. Yüz ifadeleri gerçekten birbirlerini inanılmaz derecede andırıyor. Myung-hwa, bir dakika sonra öleceğini bile elindeki ekmeği diğerleriyle paylaşabilecek türden birisi. Tabii ki böyle bir dünyada, onun kadar iyimser insanlara yer yok ki filmin bir yerindeki intihar sahnesi bunun altını çiziyordu. Çekirdek oyuncu kadrosunun tamamı Concrete Utopia’da gerçekten güçlü performanslar sergiliyor ve aslında çok fazla öngörülebilir bir senaryoya sahip olmasına rağmen filmi izlenir kılan da bu oluyor.

Becerikli ve güvenilir kahraman olarak görülen Young-tak hikayeye yıpranmış sıradan bir adam olarak giriyor ve vahşi bir megaloman olarak tüyler ürpertici bir dönüşüme uğruyor. Bu arada yapmak zorunda kaldıkları imkansız seçimler de Min-sung ve Myung-hwa’nın evliliğine anında zarar vermeye başlıyor. Felaket yaşandığında memur maaşlarıyla hoş bir orta sınıf yaşamı inşa eden genç çift, oğlunu bir geceliğine soğuktan kurtarmak isteyen bekar bir anneye evlerini hemen açıyor. Ancak yeni oda arkadaşları ayrılmak bilmeyince (acıma yetime diye başlayan deyimi hatırlayınız), hayırseverlik duygusu ve ara sıra elde ettikleri ufak lüksleri kendilerine saklama arzusu birbiriyle çatışıyor.

    Bir zamanlar kozmopolit olan şehirleri artık konserve yiyecekler için sokakta birbirlerini öldürecek yeni evsiz serserilerle dolu. Dışarıda kalanlar arasında apartmanda yaşayanların evsiz kalan insanları avlayıp yedikleri söylentisi yayılıyor. Bu arada ilk başta yaka parça dışarı atılanlar ise apartman kompleksini ele geçirme planları yapmaya devam ediyorlar. Bu durum da yavaş yavaş sırların açığa çıkıp isyanın patlak verdiği finale giden yolu açıyor. Müzik kullanımından etkilendiğimi söyleyemeyeceğim ama çok da göze batmıyordu eksikliği. Görsel efektlerin bir kısmı gerçekten çok kötüydü hatta bazı sahnelerde izlediğimiz şeylerin maketler olduğu bariz bir şekilde belliydi ki bu da inandırıcılık öğesini baltalıyordu.

    10/6,5 Neden

    Concrete Utopia’ nın neden Güney Kore’nin En İyi Uluslararası Uzun Metrajlı Film dalında Oscar’a resmi başvurusu olarak seçildiğini anlamak zor değil. Zira bu film aynı zamanda tür filmi kinayelerini de kullanan “Parasite” ve “Snowpiercer” gibi filmlerle bariz bir benzerlik gösteriyor. Film, taklit etmeye çalıştığı birçok filmin özgünlüğünden yoksun olsa da, mevcut konut sisteminin insanları yönlendirdiği absürt derecede trajik kaderin hatırlatıcısı gibi. Hikayenin ana fikri öngörülebilir ve karakter fazlasıyla tanıdık olabilir ama yine de kendini izlettiriyor. Sadece kültürel boşluklar yüzünden genel izleyici için hiçbir şey ifade etmeyecek detayların bulunması, bence filmin Oscar yolunu oldukça baltalamış. Ayrıca neredeyse tsunami dalgalarını andıran bir güçle Güney Kore’yi vuran depremle ilgili de çok detaya girmiyor. Film felaketin neden meydana geldiğini açıklama amacıyla akıllıca bir neden sunmak için sıfır zaman harcıyor ve izleyicileri, karakterleri kadar aceleyle yeni gerçekliğe uyum sağlamaya zorluyor. Filmde hepsi iç içe geçmiş, hepsi son derece sembolik olan pek çok anlatı öğesi var. Ancak Tae-hwa ve Lee Shin-ji’nin senaryosu ilgi çekici ve oyunculuk mükemmel olsa da, aksiyon-macera-drama gibi birçok fikirle o kadar meşgul ki tatmin edici bir sonuca varamıyor. Yine de eğer türü seven bir izleyici iseniz, bence bir şans verebilirsiniz.

    Filmin traileri

    Drops Of God – Sarhoş Edici Bir Rekabet


    Dizinin Adı : Drops Of God
    Dizinin Diğer Adları : Kami no Shizuku, Drops of God Kami no Shizuku
    Yönetmen : Oded Ruskin
    Yapımcı : Klaus Zimmermann
    Senarits : Shin Kibayashi (manga), Shu Okimoto (manga), Quoc Dang Tran, Clémence Madeleine-Perdrillat ve Alice Vial
    Yayınlayan Kanal : Apple +, Hulu Japan, France Télévisions
    Ülke : Fransa, Japonya
    Dil : Fransızca, Japonca, İtalyanca, İngilizce

    OYUNCULAR

    Tomohisa Yamashita – Issei Tomine
    Fleur Geffrier – Camille Léger

    Stanley Weber – Alexandre Léger
    Tom Wozniczka – Thomas Chassangre
    Gustave Kervern – Philippe Chassangre
    Diego Ribon – Luca Inglese
    Makiko Watanabe – Honoka Tomine
    Satoshi Nikaido – Hirokazu Tomine
    Azusa Okamoto – Yurika Katase

    KONUSU : Alexandre Leger, dünyaca ünlü şarap rehberinin kurucusu ve şarap konusunda önemli bir otoritedir. Ağır hasta olduğu için uzun zamandır görüşmediği kızı olan Camille Léger’i (Fleur Geffrier) Japonya’nın Tokyo şehrindeki evine çağırır. Camille 9 yaşındayken ailesi boşandığından beri kızını görmemiştir. Camille istemese de neden onunla görüşmediğine dair cevaplar alacağını umarak gider ancak o yoldayken babası vefat eder.

    Babası vasiyetinde geniş şarap koleksiyonunu miras almak istiyorsa, bir şarap tadımı yarışmasında Issei Tomine ( Tomohisa Yamashita ) ile rekabet etmesi gerektiğini şart koşmuştur. Issei bir şarap eleştirmeni ve Alexandre Leger’in oğlu gibi gördüğünü belirttiği en iyi öğrencisidir. Camille eğer şarap tadım yarışmasını kazanırsa, babasının çok rağbet gören ve yaklaşık 150 milyon dolar değerinde olan şarap koleksiyonunu miras alacaktır. Ancak bir sorun vardır, Camille alkol kullanmıyordur, bir damla içmek bile onu hasta ediyordur. Camille sadece rakibin değil, alkole olan gizemli alerjisini de aşmak zorundadır.

    Dizi, Shin Kibayashi tarafından yazılan ve Shu Okimoto tarafından çizilen “Kami no Shizuku” manga serisinden uyarlanmıştır. Seri 18 Kasım 2004 – 12 Haziran 2014 arasında Morning manga dergisinde yayınlandı. Mangasında 13 gizemli şarabı belirlemek için yapılan yarışmanın her turunu kazanmak için mücadele edildi ama manga sonunda bu 13. gizemli şarap, yani ” Drops of God ” olarak betimlenen şarap, açıklanmadı. Her insanın kendi kişisel “Tanrı’nın Damlaları” olduğu çünkü her insanın zevki farklı olduğu belirtildi. Mayıs 2021 itibariyle Manga 3,5 milyon kopyadan fazla satmıştı. Baş rolünde Kazuya Kamenashi‘nin olduğu, ” Kami no Shizuku “ adlı bir canlı aksiyon televizyon uyarlaması, Ocak 2009‘da Nippon Television tarafından yayınlandı.

    24 Ağustos 2021′de çok uluslu, çok dilli bir dizi olarak yeniden uyarlanacağı açıklandı. Dizi, Legendary Television , Dynamic Television, France Télévisions ve Nippon Television’ın sahibi olduğu Hulu Japan ve Adline Entertainment ile ortak yapımıdır. Legendary Television, Fransa ve Japonya dışındaki tüm bölgeler için dünya çapındaki satışları yönetirken Hulu Japan, serinin prömiyerini dünya prömiyeriyle aynı anda yalnızca Japonya’da yaptı. Daha sonra Apple TV +, dizinin yayın haklarını aldı. Bu uyarlamada ana karakter Shizuku, kızıl saçlı bir Japon erkek yerine Camille adında Fransız bir kadın olarak tasvir edilmiştir. Ayrıca Shizuku’nun babası Yukata Kanzaki, Léger Şarap Rehberi’nin yaratıcısı ve simgesel figür Alexandre Léger olarak yeniden tasavvur edilmiştir. Bir röportajda senarist Tran, dizinin 44 cildinin tamamını okuduğunu ve hikayenin gerçekçiliğinden emin olmak için çeşitli uzmanlar ve danışmanlarla beş yıl boyunca TV dizisini geliştirildiğini açıklamış.

    KİŞİSEL YORUM : Drops Of God, benim daha önceden Kazuya Kamenashi‘nin baş rolünde oynadığı versiyonunu izlediğim ama mangasını okumadığım bir çalışmaydı. Tomohisa Yamashita’nın yani fanlarının taktığı lakap ile Yamapi’nin, manganın yeni uyarlamasında rol alacağını duyduğumda yapım ilgimi çekti. Yamapi ve Kame birlikte birkaç dizide oynadılar ve eski şirket arkadaşları olarak gerçek hayatta da oldukça yakın arkadaşlar. Şimdi birinin, diğerinin daha önce baş rolünde oynadığı dizinin yeniden çevriminde oynaması tatlı bir tesadüf olmuş^^

    Diziye gelirsek, insanları içine çekecek bir olay örgüsünü arıyorsanız, bir yarışmaya odaklanmaktan daha iyisi olamaz. Camille Léger (Fleur Geffrier), Paris’te bir barda bir doğum günü partisindeyken, babası Alexandre’dan bir telefon alır.  Babası ölüm döşeğinde olduğunu ve onu görmek istediğini, yanına gelebilmesi için bir özel uçak gönderdiğini söyler. Aslında gitmeye hiç niyeti olmayan Camille onunla senelerdir görüşmeyen babasının bu davranışının ardındaki nedenleri öğrenebileceğini düşünerek gitmeye karar verir. Bu bar sahnesinde öğreniriz ki birazcık alkol içmek bile Camille’in burnunun kanamasına ve kendinden geçmesine neden oluyordur. Camille annesinin itirazlarına rağmen uçağa biner ama babası o yoldayken vefat eder.

    Vasiyetin okunması için Tokyo’da kalmak zorunda kalan Camille, bu sırada babasının lokanta zinciri işleten ve babasıyla şarap kataloğu çıkarma işini yürüten yakın arkadaşı Luca ile tanışır. Vasiyet okunurken, orada ciddi, şık giyimli, genç bir Japon adamla karşılaşınca şaşırır ama pek fazla konuşma fırsatı bulamadan vasiyet açıklanır, babasının arkasında 87.000 şişelik olağanüstü bir şarap mahzeni bıraktığı ortaya çıkar. Kalite ve nadirlik açısından, dünyadaki en büyük özel şarap koleksiyonudur ve tahmini değeri 148 milyon dolar civarındadır. Léger’e göre bu, “bir ömür boyu çalışmanın meyvesidir” ve onun, tam değerini takdir edebilecek birine gitmesini istiyordur. Kimin miras alacağını belirlemek için şarapları tanımlamayı içeren bir dizi test oluşturmuştur. Camille, babasının öğrencisi ve “manevi oğlu” olarak nitelediği Issei Tomine (Tomohisa Yamashita) adlı parlak genç iş adamıyla rekabet etmelidir.

    Camille, babasının kişisel olarak kaydettiği video mesajını izledikten sonra yarışmaya katılmaya ve önümüzdeki ayı Fransa, Provence’taki bir şarap imalathanesinde hızlandırılmış şarapçılık kursu alarak geçirmeye karar verir. Bu sekiz bölümlük Fransız-Japon ortak yapımında baş karakterler Camille ve Issei’nin, hazırlanmak ve geçmek zorunda oldukları sınavları izlerken, diğer yandan ikisinin de hiç şüphelenmediği şok edici aile sırlarının yavaş yavaş açığa çıkmasıyla dizi giderek derinleşiyor ve güzelleşiyor. Baş rolleri canlandıran oyuncular anavatanları Fransa ve Japonya dışında çok fazla tanınmıyor, ancak Drops of God ile uluslararası seyirciye ulaşmada başarılı olduklarını söyleyebilirim.

    İki karakteri de ülkelerinin imajlarına uygun bir şekilde betimlenmişler. Mesela bir tablodan fırlamış gibi görünen kızıl saçlı, yeşil gözlü Camille tutkulu, fevri ve küstah iken Issei çekingen, resmi ve analitik. İlk bakışta, ikisi daha farklı olamazdı. İçki içmeyen Camille bağımsız, Parisli bir yazar, rakibi Issei ise Tomine Diamonds’ı devralacak kişi olarak görünen, zengin bir ailenin tek torunu, kısa ve öz konuşan, çarpıcı derecede yakışıklı, Alexandre’ın yıldız öğrencisi ve manevi oğlu olarak nitelediği bir kişi. İki karakterin farklılığının yaşadıkları ülkelerin sunumuyla pekiştiğini fark edeceksinizdir. Mesela Tokyo, çelik gibi maviler ve grilerle sunuluyor. Fransa kırsalları ise ara sıra meydana gelen dramatik fırtınalar dışında altın güneşle yıkanıyor, parlak renklerle sıcacık görünüyor. Şarap üreticileri de öyle. Ancak dizi ilerledikçe, ikilinin pek çok ortak yönleri olduğunu keşfediyoruz.

    Camille karakterine hayat veren Fleur Geffrier‘in Fransızca, İngilizce ve Japonca olmak üzere üç dilde diyaloğu var ve bunu başarıyla sunuyor. Japonya’da bir aktörün yanı sıra şarkıcı, dansçı ve sunucu olarak da tanınan ünlü idol Tomohisa Yamashita ise, karizmatik görünüşünün yanı sıra dizi boyunca Japonca ve İngilizce olarak konuşuyor. Rekabetlerini denetleyen avukat ise Fransızca ancak ikili ile İngilizce iletişim kuruyor ve dizinin bir bölümünde İtalya’ya yapılan gezi sayesinde İtalyanca da kıyısından köşesinden diziye dahil oluyor. Bazı çok uluslu dizilerde birden fazla dilin konuşulduğunu daha önce de izledim. Bunu iyi işlemek çok önemli. Mesela Swarm dizisinin inceleme yazısında bunun gereksizce kullanıldığı sahneler olduğundan bahsetmiştim. Drops Of God, bu konuda çok daha başarılı. Karakterler Japonca konuşmaları gerektiğinde Japonca, İngilizce konuşmaları gerektiğinde ise İngilizce konuşuyorlar. Geçişler insanın kulağına batmıyor ve gereksiz gelmiyor. Örneğin, dizinin sonlarındaki harika bir sahnede Camille ve Issei’nin sessizce Japonca’ya geçerek bir mahremiyet perdesi yarattığı ve Fransız arkadaşlarından hayatlarını değiştiren sohbeti gizlediği an, çok ince ve güzel bir detaydı.

    Biraz da dizinin uyarlandığı mangadan bahsetmem gerek. Çünkü manga yayınlandığı ilk yılda Japonya’daki şarap satışlarını iki kattan fazla artırmış. Manga önce Japonya’da, ardından Güney Kore, Tayvan, ABD ve hatta Fransa’da hemen ilgi görmüş. Mangada adı geçen, gizemli 13 şaraptan bazıları olan Château Calon-Segur, Château Palmer, Saint Estephe ve Château Le Puy gibi Fransız şarap üreticileri, manganın yayımlandığı ilk yılda Japonya’daki satışlarında %130 artış elde etmişler. Château Poupille’den bahsedilmesi Japonya’da satışları %20 ila %30, Tayvan, Çin ve Kore’de yaklaşık %50 artırmış. Drops of God’ın kapsadığı en unutulmaz şaraplardan biri, şişe başına 15 € olan normal fiyatı 150 €’ya değişen ve yıllık 25.000 kasa olan üretimini 50.000 kasaya çıkaran Château-Mont-Perat olmuş. Tayvan’da Château Mont-Pérat’tan bahseden bölüm çıktıktan sonra, Tayvanlı bir ithalatçı iki gün içinde 50 kasa Mont-Pérat satmış. Umberto Cosmo’dan Colli di Conegliano Rosso‘nun satışları da Manga serisinde bahsedildikten sonra %30 artmış. All Nippon Airways, artan ilgiyi karşılamak için uçak içi şarap listelerini yeniden düzenlemesi gerektiğini bildirmiş.

    Mangakalar

    Japonya’daki ilk dizi uyarlamasının yayınlandığı yıl yani 2009‘da İngiliz şarap dergisi Decanter, Drops of God’ın “son 20 yılın tartışmasız en etkili şarap yayını olduğunu” belirterek, Kibayashileri şarap dünyasının en etkili insanları listesinde 50 Numaraya yerleştirmiş. Dizi yayınlanırken Fransa Bordeaux bölgesindeki Chateau Le Puy‘un sahibi Jean-Pierre Amoreau, şaraplarından birinin özellikle de Japonya’da rekor sipariş aldığını fark edince araştırmış ve şarabının mangada ve dizide ” efsanevi ” olarak nitelendiğini öğrenince spekülatörler tarafından fiyatının şişirilmesine engel olmak için dünyanın dört bir yanındaki acentelerinden şarabı satıştan geri çekmiştir. Güney Kore’de şarabın sosyal refahla bağlantıları vardır ve belki de bu nedenle, seçkin şirketler The Drops of God’da tanıtılan tüm şarapları çalışanlarını “eğitmenin” bir yolu olarak satın almışlar.

    Fransız okuyucular da The Drops of God’ı okuyarak şarap kültürlerini yeniden keşfetmeyi başardılar ve bu garip fenomen, gençlerin şaraba olan ilgisini sürdürmeye yardımcı olduğu için Fransız hükumeti bu katkıyı kabul etti ve yazarlara 2011′de Tarımsal Liyakat Nişanı ve 2018 yılında ekonomilerindeki etkileri ve gençlerin şaraba olan ilgisini sürdürmelerine yardımcı olmaları nedeniyle Ordre des Arts et des Lettres olmak üzere iki ödül verildi. 2010 yılında prestijli La Revue du vin de France, Drops of God ekibine “Yılın Özel Ödülü”nü vererek onları bu ödülü alan ilk Japon yaptı. Temmuz 2009’da Drops of Gods, Gourmand Dünya Yemek Kitabı Ödülleri Onur Listesi’ne bile girdi.

    Apple TV+, hit manga The Drops of God’ın uyarlamasını ilk duyurduğunda, ana karakteri bir Fransız kadına çevirerek Japon karakterlerine dayanan bir hikayeyi uyarlama konusunda biraz tereddüt vardı. Geriye dönüp bakıldığında, Fransa’nın şarabın yaratıcıları ve en büyük üreticileri olması, dizinin gastronomi ve kaliteli şarap etrafında kurulmasıyla, bu aslında mantıklı geliyordu. Neyse ki, orijinal kaynak materyaldeki küçük değişikliklere rağmen dizi gerçekten iyi yapılmış. Mesela mangada ana karakterin adı Shizuku, dizide Camille’in göbek adı olarak mangaya selam çakılmış. Mangada Shizuku babasının şarabı ailesinin önüne geçirdiğini düşünerek ona kızıyor ve bir bira şirketinde çalışmaya başlıyor. Ancak ironik bir şekilde şirketi onu yeni açılan şarap departmanlarına geçiriyor ve Shizuku burada şarapları öğrenmeye başlıyordu. Camille ise küçüklüğündeki bilgisiyle yarışmaya giriyor.

    Bir hikayeyi bir kültürden diğerine aktarmak her zaman hassastır. Drops of God’ı büyüleyici kılan şeylerden biri, dizinin, yarışmanın bir kazanan çıkarması gerektiği gerçeğini nasıl ustaca kullandığını görmek. Ne de olsa Camille kazanırsa dizi, iki Japon yarışmacı hakkındaki bir mangayı almış ve ardından bunu Fransa’nın şaraptaki yenilmez üstünlüğü hakkında bir hikayeye dönüştürmüş olacaktı. Hiç hoş değil. Issei kazanırsa dizi, sezgisel dehaya sahip bir Japon şarap uzmanının, bir Fransızdan daha üstün olduğunu öne sürerek Fransa’yı küçümseme riskiyle karşı karşıya kalacaktı. Yani, imkansız. bir durum. Dizinin bir yerinde vasiyeti yerine getiren avukat, bu tür birçok vasiyet savaşına nezaret ettiğini ve bunların ne kaybeden, ne de kazanan için asla iyi sonuçlanmadığını söylüyor. ” Miras, bir trajedidir. “ diyor. Leger’ın hayaleti ve berbat yaşam tercihleri ​​Camille ve Issei’nin üzerine kara bir bulut gibi çöküyor. İçine atıldıkları bu halka açık gösteriden ikisi de heyecan duymuyor ama sonunda ortak bir zemin buluyorlar.

    Issei, şaraba olan ilgisinden nefret eden kibirli, soylu bir aileden gelen havalı, kendine hakim bir genç adam. Issei’nin analitik ve bilgili olduğu yerlerde, daha duygusal olan Camille şarap hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyor ancak o kadar hassas bir damak tadıyla doğmuş ki, aralarındaki farkı kapatmayı başarabiliyor. Issei bulgularını kendinden emin bir kesinlikle aktarırken, Camille yeni bir bardaktan aldığı her yeni kokuyla karanlık, yeni mağaralara daldığını hissediyor. Bu sahnelerdeki sinematografi tek kelimeyle büyüleyici, özellikle Camille zihnindeki koku ansiklopedisinde gezerken. Evrendeki yerinden emin olmayan bir Japon olan Issei’yi uzun süredir Fransız arazisi olarak tanımlanan bir arenada hakimiyet için çabalarken izlemek gerçekten eğlenceliydi. Benzer şekilde, kan bağına sahip bir poster çocuğu olan Camille’in giderek küreselleşen şarap dünyasında gezinmesini izlemek de ilgi çekici. Camille ve Issei kültürel klişelerle dolu karakterler olsalar da, doğru miktarda tutkuyla sunulduğunda, bir klişe bile bir klasiğe dönüşebilir.

    Yarışmayı dünyayı dolaşan macera için bir katalizör olarak kullanan dizi, kendisini tek bir ülkeyle sınırlamıyor. Hikayedeki önemli olaylar, bu gezilerin getirdiği tüm dilsel geçişlerle birlikte Japonya, Fransa ve İtalya’daki yerlerde geçiyor. Şarap bu dizide bir tür evrensel dil olarak konumlandırılıyor. Şarap ve merkezi rekabet birincil olay örgüsünü yönlendirirken, dizinin alt tonları, izledikçe gerçekten öne çıkan ve yankılanan şeyler halini alıyor. Belki de hepimiz, birinin kendi anne babasını gerçekte oldukları gibi karmaşık, kusurlu insanlar olarak görmenin ne kadar zor olabileceğini anlayabiliriz ve babasını yepyeni bir ışık altında görmeye başlayan Camille’in bu süreçten geçmesini izliyoruz. Onun için bu bir yarışmadan çok daha fazlası, bir zamanlar şarap mahzeninde birlikte vakit geçirmeyi sevdiği babasına annesi onaylamasa bile yakın hissetmek için uzun zamandır beklenen bir fırsat. Bu bir kefaret, bağışlama ve kendini keşfetme arayışı.

    Dizi ayrıca Alexandre ve Issei’nin babası Hirokazu (Satoshi Nikaido) aracılığıyla babalığın anlamını da ele alıyor. Hirokazu, Alexandre’nin tam tersi bir adam. Karun kadar zengin eşinin aile şirketinde alt kademede çalışıyor, karısıyla sanki hiçbir bağı yokmuş, sadece iş arkadaşlarıymış gibi bir hayat içerisinde olsa bile oğlunun elmas şirketinin varisi olması yerine şarap uzmanı olma hayallerini destekleyen, çok sevgi dolu ve özenli bir baba. Issei’nin sert annesi Honoka (Makiko Watanabe), Hirokazu’dan baba-oğul yakın bağları nedeniyle Issei’yi yarışmaya katılmamaya ikna etmesini istiyor. Çünkü kendisinin eşiyle bir bağı olmadığı gibi, oğluyla da doğru düzgün bir bağı yoktur. Makiko Watanabe gerçekten duygusuz anne rolünü başarıyla oynamış. Dizi sonunda sonunda duygularına vurduğu barajın yıkılışına şahit olmak nedense içimin rahatlamasına neden oldu. Sezon boyunca atılan her yeni adım, merhum şarap bilimcinin baba, akıl hocası, iş adamı ve sanatçı olarak karmaşık doğasının bir başka katmanını geriye doğru soyaken, iki müstakbel varisi, bir kişinin eylemlerinin on yıllar boyunca, zaman dilimleri arasında nasıl yankılanabileceğini görmeye başlıyorlar.

    Issei’nin sevgisiz ebeveynleri ve Camille’in Tokyo’daki yeni restoran arkadaşları gibi diğer karakterleri içeren alt kurgular da aynı derecede iyi geliştirilmiş ve dizinin böylesine keyifli bir deneyim olmasına katkıda bulunuyorlar. Şarap hakkında neredeyse hiç bir şey bilmeyen ve çok nadiren içen biri olarak, bu dünyaya bu göz atmak, lüks bir restoranda bir şişe servis etmeden önce uygulanan süreci görmek ve bazı şaraplarda tebeşir ve kurşun kalem izleri olduğunu öğrenmek büyüleyiciydi. Kulağa iğrenç geliyor ama ilginç. Şarap ve şarap yapım sürecini büyük bir şevkle tartışan karakterleri dinlemek ve inanılmaz şarapları bu kadar canlı bir şekilde anlattıklarını duymak, onları içme isteği uyandırabilir. Bazen biraz şarap dünyasında geçen bir fantezi draması gibi geliyor 🙂 Her bir şarabın görselleri ve açıklamaları, en sıradan şarap içicisine bile ilgi çekici gelebilir ve bu elbette potansiyel müşteri yaratıyor. Belki bir sonraki yemekte farklı bir şarap çeşidini keşfedebilirler. Açıkça şarap pornosu suçlamasından kaçınmaya çalışan dizi bize şarabın gerçek anlamının lüks etiketlerinde bulunmadığını, ancak içme biçiminin insanları birbirine bağladığını söylemeye özen gösteriyor.

    Yamapi bu diziye hazırlanabilmek için 40 saat şarap dersi almış, sıkı bir diyet uygulamış ve role hazırlanırken yakın arkadaşı Kamenashi’nin 2009 yılında yayınlanan dizisini izlemiş. Büyük ihtimalle onunla bir araya gelip tartışmıştır bile çünkü sık sık bir araya geldiklerini biliyoruz. Rol aldığı başka bir Hulu dizisi olan ” The Head ” in yakaladığı başarıdan sonra Netfix dizisi ” Alice in Borderland “ ın ikinci sezonunda akılda kalıcı bir yan rolle dikkatleri üzerine çeken Yamapi, bu diziyi seçerek yine çok akıllıca bir tercih yapmış. Zaten duygusuz balık bakışlı bir karakter varsa, onu en iyi oynayacak kişi Yamapi’dir.^^ Umarım bu başarılarının devamı gelir, onu daha bir çok uluslararası projede izlemeyi umuyorum.

     Mangasında Shiziku (Camille) ve Issei

    10/8 Neden?

    Dizinin müzikleri ve görselliği muhteşem. Senaryosu ve işleyişi de fena değil ancak, özellikle Alexandre ile Issei’nin öğretmen-öğrenciden nasıl “manevi oğul” seviyesine geçtiği bizim için hala bir muamma. Issei, yaşlı adamın şirketine yalnızca potansiyel zenginlik ve şaraba erişim için mi girdi? Ne kadar yakınlardı?

    *SPOİLER*

    Özellikle de öğrendiğimiz sırlardan sonra. Annesi nasıl oldu da Issei’nin gerçek babası Alexandre ile birlikte çalışmasına izin verdi? Sırrını saklamak için on yıllarca sahte evlilik hayatı yaşamış bir kadın nasıl oldu da bu riske girdi? Mangasında en azından Alexandre ölmeden önce Issei’yi resmi olarak evlat ediniyordu ve bu nedenle miras üzerine yürütülen bu yarışmada yasal olarak daha haklı bir zemin üzerindeydi. Ayrıca Issei gerçekleri yarışma başlamadan önce öğreniyor ve bunun bilinciyle Shiziku’yla yarışa giriyordu. Dizide ise yarışma devam ederken öğrendi. Ama yine de Alexandre ile fazla yakın olmadıkları dışında Issei ilişkileri hakkında fazla bir şey paylaşmadı. Bu da eksiklik hissi yarattı açıkçası. Bir de Camille’in babasından aldığı intikamı çok sevsem de (o çok değerli şaraplarını tek tek açık arttırmaya çıkarıp sattı jksjkskjs) kataloğun çıkarılmasını sadece arkadaşları olduğu için garsonlara bırakmasının biraz saçmalık olduğunu düşünüyorum.

    *SPOİLER*

    Piyasadaki pek çok formülsel diziden zarif bir şekilde verici bir şekilde farklı olan bu dizi eleştirmenlerden tam not almış gibi görünüyor. İnceleme toplayıcı Rotten Tomatoes’ta 2023 serisi, 16 eleştirmen incelemesine göre ortalama 8,3/10 puanla %100 onay derecesine sahip. Hatta Emmy ödülleri için adının geçtiği bazı yazılar bile gördüm ki, böyle bir şey olursa Yamapi için gerçekten çok sevinirim.

    Drops of God, aile hakkında güzelce anlatılan bir hikaye ama aynı zamanda şarap tutkunlarına ve onların dünyalarına bir aşk mektubu. Diziyi başkalarına tavsiye etmek zor olabilir. Ne de olsa bu şarapla ilgili çok dilli bir drama dizisi, yılın hit dizisi diye bağırmıyor ama yine de şaşırtıcı derecede büyüleyici. Uluslararası yapımlara ilginiz varsa, aradığınız gizli mücevher bu olabilir.

    Dizinin Traileri

    The Swarm – Okyanusun Derinliklerindeki Gizem


    Dizin Adı : The Swarm
    Dizinin Diğer İsimleri : Der Schwarm, Enxame, Abysses, El quinto día
    Yönetmenler : Barbara Eder, Luke Watson, Philipp Stölzl
    Senarist : Steven Lally, Marissa Lestrade, Chris Lunt, Michael A. Walker
    Yazar : Frank Schätzing’in aynı isimli romanına dayanmaktadır.
    Müzik : Dascha Dauenhauer
    Tür : Biim Kurgu
    Ülkeler : Almanya, Belçika, Fransa, İtalya, Japonya, Avusturya, İsveç, İsviçre
    Diller : İngilizce, Almanca, Fransızca, Flemenkçe, İsveççe, Japonca
    Yayınlayan Kanal : 1 Mart 2023 itibariyle ZDF’de ( Alman Kanalı) yayınlanmaya başladı, 4 Mart’tan itibaren RAI , France Télévisions , Viaplay , Movistar , ORF , SRF ve Hulu Japan’da da yer aldı.

    OYUNCULAR

    Cécile de France – Dr. Cécile Roche
    Alexander Karim – Dr Sigur Johanson
    Leonie Benesch – Charlie Wagner
    Joshua Odjick – Leon Anawak
    Takuya Kimura Aito Mifune
    Krista Kosonen – Tina Lund

    Rosabell Laurenti Sellers – Alicia Delaware
    Barbara Sukowa – Prof. Katharina Lehmann
    Oliver Masucci – Kaptan Jasper Alban
    Sharon Duncan-Brewster – Samantha Crowe
    Claudia Jurt – Dr. Natalia Oliviera
    Kari Corbett – Iona
    Jack Greenlees – Douglas MacKinnon
    Lydia Wilson – Sara Thompson
    Takehiro Hira – Riku Sato
    Klaas Heufer-Umlauf – Luther Roscovitz
    Eidin Celali – Rahim Amir
    Franziska Weisz – Sophia Granelli

    KONUSU : Frank Schätzing‘in aynı adlı romanından uyarlanan dizi, insanoğlunun denizlerin derinliklerinde yaşayan bilinmeyen bir sürü zekasına karşı verdiği mücadeleyi anlatıyor. Okyanusların derinliklerinde yaşayan bu zeki tür, sonunda yaşam alanlarını tehdit eden ve dünya okyanuslarını harap eden insan ırkını ortadan kaldırmaya karar vermiştir.

    The Swarm, Türkçe adyla Sürü ( Almanca : Der Schwarm ), Alman yazar Frank Schätzing‘in bir bilim kurgu romanıdır. İlk olarak 2004‘te yayınlandı ve kısa sürede en çok satanlar listesine girdi. Dünya çapında 4,5 milyondan fazla kopya sattı. The Swarm, Almanya’da sekiz ay boyunca en çok satanlar listesinde bir numara oldu ve 18 dile çevrildi. Deniz biyolojisi, jeoloji ve jeofiziği doğru bir şekilde temsil ettiği için birçok eleştirmen ve okuyucu tarafından övüldü.

    Romandaki dört karakter gerçekten varlar ve Schätzing tarafından bilimsel arka planla ilgili sorularını yanıtlamalarına teşekkür olarak romana dahil edilmişler. Gerhard Bohrmann ve Heiko Sahling, Bremen Üniversitesi’nde jeologlar. Erwin Suess ise bir deniz biyoloğu ve üniversitede profesör. John Ford, British Columbia’da bir deniz biyoloğu ve British Columbia Üniversitesi’nde misafir profesördür. Samantha Crowe karakteri ise güçlü bir şekilde, aynı zamanda Jodie Foster’ın Contact’taki Ellie Arroway karakteri için de ana ilham kaynağı olan SETI direktörü Jill Tarter’a dayanmaktadır.

    Nisan 2005’te deniz biyoloğu ve bilim gazetecisi Thomas Orthmann, The Swarm’daki düzinelerce pasajın yazılarından kelimesi kelimesine kopyalandığını iddia ederek telif hakkı ihlali nedeniyle suç duyurusunda bulundu. İddialar, yazar ve yayıncı tarafından sıradan bir araştırma çalışması olduğu gerekçesiyle reddedildi. Kasım 2005’te, savcılık ceza soruşturmasını düşürdü. Ancak yazar Frank Schätzing, The Swarm’ın bir sonraki baskısında Dr Orthmann’ı kaynaklarına dahil etmeyi kabul etti.

    Dizi, France Télévisions, RAI ile European Alliance tarafından belirlenen çerçevede ZDF tarafından ve ORF , SRF , Viaplay Group ve Hulu Japan ile ortak yapım olarak üretildi. Dizinin son sahneleri, Brüksel’de 23 milyon avroluk bir su altı stüdyosunda çekildi. Tüm zamanların en pahalı Alman TV yapımı (İngilizce olarak üretilmiş) haline gelen dizi, 40 milyon Euro’luk tahmini bir bütçeyle üretildi. Dünya prömiyerini 19 Şubat 2023‘te Berlinale Series’de 73. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde yaptı, 8 bölümden ilk 3 bölümü yarışma dışı gösterildi. The Swarm, 1 Mart’tan itibaren ZDF’de yayınlanmaya baladı, Mart’tan itibaren RAI , France Télévisions , Viaplay , Movistar , ORF , SRF ve Hulu Japan’da da izlenebilecek.

    Bir röportajda Barbara Eder, ikinci sezon için halihazırda fikirlerin olduğunu doğruladı, ancak bunların uygulanmasına, ilk sezon için rakamlar değerlendirildikten sonra karar verilmesi gerekiyor.  Alman ZDF’deki yayını, akışta 18 milyon izlenme ve televizyon yayınında ortalama 5,5 milyon izleyici çekerek kanal için bir rekor kırdı. İlk 12 gününde ZDF’nin dijital akışında 10 milyondan fazla görüntülenme elde etti. Avusturya’da gösteri, ORF kanalında % 23’lük bir payla giriş yaptı. Kesinlikle 2023’te Avrupa televizyonundaki ilk büyük hitlerden biri.

    KİŞİSEL YORUM : Uzun zamandır bir inceleme yazısı yazmamıştım. Açıkçası yaşanan deprem ve sonrasında gerçekten hiçbir şey hakkında yazasım gelmedi. Uzakdoğu Postası’nı bile sadece haberler artık haber niteliklerini kaybedecekleri için güncelledim. Bu diziyi de merak etmenin en büyük nedenlerinden biri, Japon oyuncu, eski SMAP grubu üyesi, Kimura Takuya ‘nın varlığıydı zaten. Bu proje Kimura’nın ilk uluslararası projesi olarak aslında oldukça geç yapılmış bir çıkış denemesi. Ancak çok büyük etki bırakabileceğini pek sanmıyorum çünkü dizide o kadar az sahnede yer alıyor ki, sanırım sahnelerinin çoğunu bir günde çekip bitirmiştir. Çünkü tek yaptığı, sade ama lüks görünümlü bir ofiste, bir masa arkasında oturup düşünceli ve zengin görünmek. 🙂 Emin olun afişlerde yer alamayan Takehiro Hira ‘nın ondan daha çok sahnesi bulunuyor. Sadece seyirci yemleme amacıyla kadroya dahil edilmiş gibi. Sadece Kimura için izleyecekseniz haberiniz olsun.

    Dizinin konusuna gelecek olursak, dizinin bir sahnesinde bir astrofizikçi, bir denizbilimciye, evrenin gizemlerini derin denizlerin gizemlerinden daha iyi bildiğimizi söylüyor. Aslında bu cümle, dizide bulacağımız şeyi oldukça çerçeveleyen ve açıklayan bir cümle. İnsanoğlu her zaman yıldızlara baktı, yalnız olup olmadığını araştırdı ama başını indirip derin denizlere çok fazla odaklanmadı. Bugün bile okyanus tabanının %100 haritası çıkarılabilmiş değil. Bu acı gerçeği, Malezya Havayolları’na ait uçak gizemli bir şekilde ortadan kaybolduğunda öğrenmiştik. Bu acı olayın getirdiği en önemli gelişme, seneler boyunca devam eden arama çalışmaları sırasında okyanus tabanı haritalamasında yaşanan gelişmelerdi. 2014 yılında kaybolan, 227 yolcu ve 12 mürettebatın tamamının öldüğü varsayıldığı Malaysia Airlines Flight 370 arama çalışmaları 2018 yılına kadar devam etmiştir. 17 Aralık 2014 tarihine kadar yaklaşık 208.000 km2 (80.000 mil kare) deniz tabanının haritasını çıkarılmıştır ve bu sadece 2014 yılında gerçekleştirilenlerdi. Arama sırasında toplanan okyanus tabanı haritalama verileri, küresel okyanus tabanı haritasına dahil edilmek üzere GEBCO Seabed 2030 Projesi‘ne bağışlanmıştır. Arama çalışmaları sırasında bulunan gemi enkazlarından bahsetmiyorum bile.

    Yani, sadece bu ufak ancak derin izler bırakan trajedi bile dünyamızın hala büyük gizemlerle dolu olduğunu bir kere daha ortaya koydu. Bunun da ötesinde yapımcılar özellikle Covid pandemisiyle pekiştirerek hikayelerini aktarmaya çalışmışlar. Sonuçta Covid gibi bir pandeminin kopması, bir kere daha insanoğlunun aç gözlüğüyle, vahşi hayvanların yaşam alanlarını yok etmesiyle bağlantılıydı. Dizide Dünya’ya yönelen en büyük tehdit, insanoğlunun yüz binlerce yıldır hoyrat bir şekilde kullandığı okyanusun bir tür isyanı oluyor.

    İlk bölümler boyunca anormal olaylara tanık oluyoruz. Turist teknelerini yok eden balinalar, ölümcül bir zehir taşıyan ıstakozlar, yüzeye çıkan donmuş metan kayaları veya endişe verici bir hızla büyüyor gibi görünen yeni bir buz solucanı türü. Aslında, dizinin yaratıcıları okyanuslara nasıl davrandığımız konusunda olabildiğince fazla farkındalık yaratmak için her şeyi mümkün olduğunca inandırıcı tutmaya çalışmışlar. Bunun için deniz biyoloğu Antje Boetius her zaman onlarla birlikteymiş ve ondan sık sık tavsiye alınmış. İnsanoğlu kendi gücüyle o kadar sarhoş olmuş ki, okyanuslardan gelebilecek bir tehdidin ne kadar ölümcül olabileceğini hiç aklına getirmemiş. Organize bir şekilde saldıran yengeçler, zehirli ıstakozlar, vahşileşmiş balinalardan uzak durabilirler belki, ya da hayatları boyunca hiç balık yemeyebilirler. Ama sadece bir gün içerisinde öldüren bu korkunç zehirleri içme sularına karıştırabilecek, gemileri oyuncak bebek gibi alt üst edebilecek, denize kıyısı olan her yeri yarattığı tsunamilerle yok edebilecek bir güce karşı ne yapabilirler?

    Her biri kendi alanında önemli isimlerden oluşan ve meydana gelen olaylarla bir şekilde bağlantılı olan bilim insanları sonunda yavaş yavaş yaşananların bir tesadüf olmayabileceğini düşünmeye başlıyor. Dr Sigur Johanson (Alexander Karim), bir kızılderili sözcüğünden yola çıkarak bir çeşit akıllı canlı olduğunu düşündüğü derin deniz yaratıklarına ” Yrr “ adını veriyor. Araştırmalar derinleştikçe Yrr’lerin, tek bir kovan aklı tarafından kontrol edilen, sürüler halinde faaliyet gösteren tek hücreli organizmalar olduğunu keşfediyorlar. Akıllı, öğrenen, strateji geliştirebilen, iletişim kurabilen, başka canlıları kontrolleri altına alabilen yepyeni bir canlı türü. Aslında yeni değil, belki de milyonlarca yıldır okyanusların derinliklerinde yaşıyorlardı. İnsandan bile önce varlardı. Ancak keşfedilmedikleri için bu güne dek varlıkları bilinmiyordu. İnsanoğlunun deniz madenciliği gibi birçok şeyle yaşam alanlarını iyice tahrip etmeye başlamasıyla birlikte, ” saldırı “ olarak algıladığı bu şeye karşılık vermeye karar vermişti sadece.

    Dizinin kendi içerisindeki en tutarsız yanı, birçok ülkenin ortak yapımı olması nedeniyle dizi içerisinde yaşanan dil değişimleri. Hem yarım düzine Avrupa televizyon kanalıyla uluslararası bir ortak yapım olma, hem de on kişinin yazdığı bir senaryoya, yaklaşık yirmi yönetici yapımcıya sahip olması, kurguyu oldukça ağırlaştırmış. Mesela bir sahnede bir anne ve çocukları arasındaki konuşmada, bariz bir gerekçe olmaksızın aniden dil değiştiği yaşanması gibi. Almanca, Fransızca ve çoğunlukla İngilizce arasında gidip geliyoruz ve bu izlerken insana çok saçma geliyor. Dizinin uyarlandığı kitabın yazarı, dizide fazla duygusallık ve dram kullanıldığından yakınmış ve bence haklı. Sigur ve Tina arasındaki romantizm diziye neredeyse hiçbir şey katmıyor, gerçekten gereksizce eklenmiş.

    Diziyi yayınlayan ZDF kanalı, anavatanı Almanya’da çoğunlukla aşk romanlarının sindirimi kolay uyarlamalarıyla ünlüymüş. Avrupa’daki kamu yayıncılarının genellikle daha genç izleyici kitlesine yönelik gişe rekorları kıran programlar yapmalarıyla bilinmediği göz önüne alındığında, ZDF’nin böyle bir projeye kalkışması sürpriz olarak nitelendirilmiş. Ancak geri dönüşlere bakılırsa, aldıkları riske değmiş gibi görünüyor. Oyuncuların çoğu iyi performanslar sunmuş. Özellikle de Charlie Wagner karakterini canlandıran Leonie Benesch çok iyiydi. En kötüsü de balina uzmanı kızılderili Leon Anawak‘ı canlandıran Joshua Odjick. Adam bütün diziyi tek yüz ifadesiyle bitirdi. Ama Deniz biyoloğu Dr Sigur Johanson’ı canlandıran Alexander Karim’in gala sonrası röportajda söylediği gibi ” Dizinin gerçek yıldızı bilim. “ Mesela meydana gelen olayların akıllı bir canlı tarafından gerçekleştiriliyor olabileceğini gündemde getirmeye karar veren bilim insanları ile sadece bilimin sunduğu gerçekleri savunan ve buna katılmayı reddeden Prof. Katharina Lehmann arasındaki tartışma çok iyiydi, izlemesi gerçekten keyif verdi. Böylesine gerçek bilimi kullanan yapımlara ne kadar aç kaldığımızı bir kere daha anlamış oldum.

    Su altı sahneleri özellikle güzel ve sinematik. Bazı sahneler adeta korku filminden çıkmış gibi insanı gererken, balinaların uyudukları sahnede olduğu gibi hayranlıkla nefesinizi kesebiliyor. Dizinin müzikleri güzel, görsel efektleri çok fazla sırıtmıyor. Sadece iki sahnede beğenmedim, birisi gemi batışı sırasındaydı, diğeri de buz dağına çarpış sırasında, izleyince anlayacaksınız neden bahsettiğimi, bu sahnelerde görsel efektler oldukça kötüydü. Dizinin sonu ikinci sezona göz kırpacak şekilde bitirilmiş ki zaten yönetmenlerden Barbara Eder gelen sonuçlara göre ikinci sezonun gelme ihtimalinin yüksek olduğunu söylemiş. Yorumlardan anladığım kadarıyla dizinin birinci sezon finali ile kitabın finali arasında da bir takım farklılıklar var.

    Kitabın devamı hakkında biraz spoiler vermem gerekirse, kendilerinden başka akıllı bir canlının daha var olduğunu öğrenen insanlar arasında büyük bir karmaşa çıkıyormuş. Dinlerin büyük kısmı darbe alırken hala Yrr tarafından saldırıya uğrayan kıyı kesimleri toparlanamamış ve iç kıyılara doğru büyük bir göç başlamış. Eğer ikinci sezon olursa, dünyanın hali böyle olacak. Oldukça karamsar açılış bölümleri izleyebiliriz. Açıkçası ikinci sezonun olmasını isterim, benim gibi bu tarz hem bilim, hem de bilim kurguyu bu denli güzel harmanlayabilen yapımları seviyorsanız, eminim siz de beğeneceksindir.

    10/7 Neden?

    Yukarıda bahsettiğim dil konusundaki saçmalıklar, oyuncuların bir kısmının oyunculuğunu beğenmemiş olmam, bazı sahnelerdeki sırıtan görsel efektler nedeniyle. Ancak belki de bir dizide görüp görebileceğiniz en muhteşem kıyı sahneleri nedeniyle bile izlemeniz gerek. Tek kelimeyle nefesimi kestiler, muhteşem görüntülerdi.

    Dizinin Traileri